“Neden bu ülkede, bu ailede doğdum, neden kadın olarak veya neden erkek olarak doğdum, neden
fakir olarak doğdum, ya da sağlıksız olarak?”
Bensiz bir dünya nasıl olurdu? Ailem, arkadaşlarım, sevdiklerim, hatta nefret edenler ya da benim
ettiklerim. Görünmez olup onları izliyor olsaydım eğer, yokluğum nasıl hissedilirdi?
Ne zaman başlıyoruz bu soruları sormaya?
Hani sınava hazırlanman gerekiyordur ama sen bin bir meşguliyet bulup kendini oyalıyorsundur.
İçten içe seni rahatsız eden sorumluluk, suçluluk hissin vardır.
Yapman gereken ama henüz yapmadıklarının varlığı seni huzursuz etmektedir.
Kendimizi sorgulamak için belirli yaş ya da olgunluk dönemi var mıdır? Ya da herkes bu soruları sorar
mı bilmiyorum.
Yaşamın anlamı YAŞAMAKTIR!
Tartışmasız hepimizin temel ihtiyaçları ve isteklerimiz var.
Yaşamımızın sürmesinin bağlı olduğu, yemek, su, uyku, barınma, soğuktan korunma, sağlık ve
güvenlik, temiz bir çevre ve bunlara yetecek kadar para kazanabilmek gibi.
Temel insani ihtiyaçlarını gideremeyenler için yaşamın amacı çok basittir aslında:
Karnını doyurmaktır.
Başını sokacak, koruyacak, tepesinde bir çatı olan dört duvardır.
Temel seviye üstüne çıktıkça bu defa ihtiyaçlar yerini isteklere, arzulara bırakır.
Mevki, makam, unvanlarla özdeşleşmeler başlar. Kendini bu şekilde gerçekleştirmeye çalışır kişi.
Müdür, Başkan, Şef, Anne, Baba, Patron, Şampiyon vb. olur.
Bunların kaybı bir tür ÖLÜM gibidir.
Kim olduğunu tanımladığı pozisyonunu kaybetmemek için her şeyi göze alabilir kişi. Varlığı tehdit
altındadır.
Bu EGO’nun ölüm-kalım savaşıdır. Kendine yarattığı stres ile zaten birçok hastalığa zemin de
hazırlanmaktadır.
Oysa” ben kimim?” sorusu, geçici olan bedenden, maddi kazanımlardan, gelip geçen düşüncelerden
çok daha derinde gizler cevabı.
Beden bir bebekten yaşlı bir insana doğru değişmekte iken;
Düşünceler gökyüzündeki bulutlar gibi her an dağılıp giderken, belki de tek kalıcı olan, bize neler olup
bittiğine şahit olan varlığımızdır.
Biz mutluluğu hep bir çaba sonucu elde edeceğimiz sevgi, para, pul, makam, unvan gibi şarta
bağladığımızda;
Yarış sonunda final çizgisinde, kupayı kaldırdığımızda tatmin olacağımıza inandığımızda, tüm yaşamı
ıskalamış oluyoruz.
Dışarıya doğru, takdir, sevgi, onay elde etmek üzere yaptığımız yolculuklarda, hedefe ulaştığımızda
kısa bir mutluluk gerçekleşmekte ve sonrasında zirveden aşağı doğru inişin hüznü, boşluk yerini
almaktadır.
Eğer içimize doğru yolculuğa çıkarsak, samimi olarak kim olduğumuzu sorgular ve yaşama güvenirsek
ancak o zaman huzuru deneyimlememiz mümkün olabilecektir.
Baştan beri aradığımız ANLAM aslında, yaşamın her anının gereğini yerine getirmekten ibarettir:
Sevinçler kadar acıyı da kabullenmek.
Her ne oluyorsa onun bizim için olduğu anlayışına ulaşmak.
Yaşamla pazarlık yapmamaktır.
Bazen kuşbakışı bakıldığında en kısa görünen yol seni sana götürmeyen bir yol da olabilir.
Israrla daha önceden denediğimiz, ya da birilerinin doğru diye bize tavsiye ettiği çıkmaz yollara tekrar
tekrar girmek, illa yolu tıkayan taş duvarlara kafayı vurmak ve bunda inat etmek yerine;
Emek, zaman, para da kaybetsen o yoldan VAZGEÇMEK, geri dönmek ve başka yollara bakmaktır
yaşama ANLAM katan.
Her zaman en kestirme görünen yol, en doğrusu olmayabilir senin için.
Görünen ile gerçek çok farklı olabilir.
Kaybettiğini düşünürken kazanmışsındır bir yandan.
Seni sana götürmeyen bir yol seçeneğini bertaraf etmişsindir.
Yürüyüş sırasında karşılaştığın engellerle mücadele ederken kasların güçlenmiştir.
Kimsenin senden alamayacağı kazanımların, deneyimlerin oluşmuştur.
Demem o ki,
Mutluluk YOLUN SONUNDA ULAŞILACAK HEDEF DEĞİL, YOLCULUĞUN KENDİSİ olmalıdır.
Bilinmeyen yollara, engin denizlere açılacak kadar yaşama güven duymak, korkudan daha büyük
cesarete sahip olmak, bazen fırtınalarla mücadele etmek zorunda da olsan heyecanı, merak
duygusunu kaybetmemektir yaşamı ANLAMlı kılan.
Sevgiyle ve keyifle yeni denizlere yelken açmanız dileğiyle…
Dr. Deniz Öner
Radyobiyolog Doktor
Radyasyon, Kanser ve Bütünsel Sağlık konusunda Gönüllü /Yazar